31 Ocak 2018 Çarşamba

Annesinin Ölümüyle İlgili Gördüğü Rüya…

Zübeyde Hanım rahatsızlığı artığından Uşşakizadeler ‘in evinde oğluna hasret vefat eder. Ancak bu haber Paşa’ya nasıl haber vereceklerini düşünüyorlardı. 

Annesinin ölümünden habersiz olan Mustafa Kemal, aynı saatlerde trenle çıktığı Yurt gezisinde uyumaktaydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gördüğü kabus gibi rüya yüzünden kan ter içinde uyanır.. 

Bir sigara yakar ve zile basarak kompartımanındaki hizmetine bakan Ali Çavuş’u çağırıp:
- “Gördüğüm rüya canımı sıktı…”der.
Ali Çavuş :
- ”Hayırdır Paşam” deyince..
Atatürk de rüyasını anlatır:
- “Pek hayır olacağa benzemiyor. Kırlık bir yerdeymişiz. Her taraf yeşillik. Birden bire sel geliyor, annemi alıp götürüyor. Endişe ediyorum. Yaverlere söyle, İzmir’e telgraf çekip annemin sağlık durumunu sorsunlar…”
Acı haber tez gelir derler… Kısa bir süre sonra Yaver Salih’in yolladığı şifreli telgraf le gelir. Atatürk telgrafın şifreli olduğunu derhal anlayarak:
- “Annem öldü mü?”
Ali Çavuş üzgün bir şekilde telgrafı uzatır:
- “Başınız sağ olsun Paşam.”
Gözleri yaşla dolan Atatürk :
- “Bana malum oldu.. Bana malum oldu… Bunun kabusunu gördüm ben.. Anam.. Zavallı çilekeş anam.. Benim anam öldü başka analar sağ olsun..”
diyerek koltuğuna çöker. Vatan hizmetinin zorunluluğu yüzünden annesinin cenaze törenine katılamaz.


Bunlar ve bundan daha fazlası kehanet Atatürk’ün düşüncelerinde belirmiştir. Daha sonra bunları çeşitli olaylardan sonra dile getirerek parapsikolojik yeteneğini görmemize neden oluyor. 

Daha fazla bilgilenmek için Gazeteci Ali Bektan’ın 18 yıllık alın teriyle çıkardığı “ATATÜRK’ÜN KEHANETLERİ” adlı kitabını alabilirsiniz. Gerçekten bizim için bir “Kader” diyebileceğimiz Atatürk sözleri, fikirleri ve düşüncerini TÜRK HALKINA her zaman önüne sunmuştur. 

Bize düşen böyle bir kişiliğe sahip olduğumuzla övünmek yerine,bize kalan mirasları olan ülkemiz ve düşüncelerini geliştirip yeni neslin çocuklarına “net bir “ TÜRKİYE bırakmak için çalışmamız gerekecektir. 

Durumumuzu özetlersek :

”Bilginin efendisi olmak için Çalışmanın kölesi olmak lazımdır.”

Allah'a ve Peygamberimiz (sav)'e Çok Saygılıydı

Kimsenin inancına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobazlara, softalara çok kızar, din kavramının sömürülmesine izin vermezdi.

Allah ve Peygamberimiz (sav) hakkındaki konular, Atatürk'ün yanında tartışma konusu yapılamazdı...

Kadir geceleri mevlit dinlediği de olurdu.

Hafız Yaşar Bey'in mevlidini saygı ile dinlerdi.

Mevlidin miraç bölümünde, "göklere çıktın Mustafa" denince, gözleri yaşarırdı.

O zaman hemen kolonya götürürdük; inanışı samimi idi.

Öyle "Allah" derdi ki yalnız kalınca, Onun gibi kimse diyemez.

Herkes çekilip yapayalnız kalınca gökyüzüne bakar, kendi kendine "Allah" derdi.

Bir gün sofrada çevresindekilere :
"Bana Allah'ın büyüklüğünü anlatır mısınız?" diye sordu.

Konuklar birer birer Allah'ı nasıl anlayabildiklerini anlattılar.
Atatürk hepsini dikkatle dinledi.

Bir yaz akşamı Dolmabahçe Sarayı'nda kadınlı erkekli bir yemek vardı. 8-9 saat süren yemek sona ererken salonun büyük kapısının parmaklıkları arasından güneş doğuyordu.

Atatürk'ün bir işaretiyle manevi kızlarından Nebile Hanım, sandalyesinin üzerine çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. ...

Ahenkli bir ses geniş salonda yankılandı.

Atatürk başını yukarı doğru kaldırmış, kendinden geçmiş bir halde ezanı dinliyordu.

Bir an geldi, yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.

Makbule Atadan

Atatürk’ün beş kardeşinden biridir. Bu kardeşler, Fatma (1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Makbule (1885-1956), Naciye (1889-1901)’dir.

Makbule Atadan Birinci Dünya savaşından sonra annesi Zübeyde hanım ile birlikte Selanik’ten ayrılarak İstanbul’a ağabeyinin kendileri için Akaretler’de tuttuğu eve yerleşti. Orta boylu, tombulca, açık sözlü kendisine karışılmasından pek hoşlanmayan bir kızdı. Mustafa Kemal milli mücadeleyi başlatmak üzere İstanbul’dan ayrıldığı zaman ana-kız Akaretler’deki evde kaldılar.

Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal , kızkardeşini ve ailesini Ankara’ya aldı. Bir süre ağabeyinin yanında kalan Makbule Atadan, daha sonra Çankaya arazisi içinde ve köşkün batısında kensisi için yaptırılan çamlı Köşk’e yerleşti.

Ankara’dan İstanbul’a gelişinde Haydarpaşa Garı’nda kızkardeşi Makbule Atadan ile birlikte. (17 Mayıs 1936)

1930’da Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest cumhuriyet Fırkasına Mustafa Kemal’in istegiyle girdi. Partinin bir kaç ay sonra kapatılmasıyla Atadan’ın siyasi hayatıda sona erdi. Ağabeyinin siyasi ve sosyal hayatı ile hemen hiç ilişkisi olmadan Çamlı Köşk’te yaşamaya devam etti.

Bu arada 1935 yılında milletvekili olan Mecdi Boysan ile evlendi. Evlilik Boysan’ın ölümüyle sona erdi.

Makbule Atadan hayatının son yıllarında Mustafa Kemal ile ilgili anılarını gazetecilere anlatmıştır. Atadan, 18 Ocak 1956 yılında 71 yaşında hayata gözlerini yumarak bu dünyadan ayrılmıştır.

Eserleri:
1- Makbule Atadan’ın ağabeyi Atatürk ile ilgili anıları “Büyük Kardeşim Atatürk (1952)”
2- “Ağabeyim Mustafa Kemal (1952)” adlarıyla yayınlandı.

Atatürk ve Annesi "Ben Senin Ananım."

Bu ana, oğluna daha beşik çocuğu iken, vatan ve millet sevgisini telkin eden ninnilerden başlamış, Onu her çağında aynı akidelerle büyütmüş, köyde, şehirde tahsile sevk etmiş, ilim ve irfan aşılamıştı. Yetişen, mevkiini bulan halaskar oğlunu, o, Mustafa Kemal yapmıştı.

Anasını ziyaretlerinin her birinde Atatürk onun mübarek elini büyük bir saygıyla öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür Mustafa olurdu.

Çankaya'da bu ana-oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde'nin faal zekasının bir numunesi olarak arz edeceğim.

Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk'ü bağrına basmak istiyordu.

Onu kucakladıktan sonra aziz Türk Milleti'ne eşsiz bir halaskar kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okurken o büyük Türk anası kolları arasında uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı.

Atatürk: "Ne yapıyorsun anne" dedi. Elini çekmek istedi.

Bayan Zübeyde, sükunetle ve kat'i bir ciddiyetle:
"Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun tebasıyım. Elini öpebilirim." cevabını verdi.

Oğlunun elini öpmekten ziyade Bayan Zübeyde, bu hareketiyle oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu. 

Büyük Türk anası Sayın Bayan Zübeyde'yi ne zaman hatırlasam gözlerim yaşarır, onun buna benzer hatıraları önünde derin hürmet duyarım. Bu mülakat sayesinde gerek onu ve gerekse oğlunu her ikisinin büyük terbiye ve nezaket kabiliyetlerini daha yakından tanımıştım.

Zübeyde Hanım

Zübeyde Hanım (1857, Selanik- Langaza - 14 Ocak 1923, İzmir), Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'ün annesidir. Aslen Konya-Karamanlı'dır.

O sadece vatan için yıllarını cephelerde geçiren Mustafa Kemal’in değil, Türk milletinin de annesiydi.

15 Ocak 2003 günü yitirdiğimiz Zübeyde Hanım’ın ailesi Anadolu’dan Rumeli’ye göç eden Türkmenler’dendi. Babası Sofuzade Sadullah Ağa, annesi ise Ayşe Hanım’dı. Selanik yakınlarındaki Langaza’da toprak işleri ile uğraşan bir ailenin kızı olarak 1857 yılında dünyaya gelmiş ve gençliği çiftlikte geçmişti. Annesi Molla Hanım, kendisi ise Zübeyde Molla olarak anılırdı. Ali Rıza Efendi ile evlendikten sonra ilk yıllarını Olimpos Dağı eteklerindeki Papazköprüsü denilen mevkide geçiren Zübeyde Hanım ve ailesi Selanik’teki pembe boyalı eve taşınacaklardı.

Ali Rıza Efendi’nin Zineti Bostan denilen bir arsanın üzerine yaptırdığı bu evde Atatürk’ü dünyaya getirmişti. O günleri şöyle anlatıyordu: “Bahçe duvarları yüksek ve alt pencereleri de demir parmaklıklıydı. Mustafam bu evin ikinci katında sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuştu. O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin memuriyeti Çayağzı denilen yerdeydi. Bazı geceler eve gelemiyordu. Bu sebeple bana Uftade isimli bir yardımcı tutmuştu. Bu evde ana-oğul ıssız bir hayat geçirdik.”

YENİDEN ÇİFTLİK HAYATI

Eşi Ali Rıza Efendi’nin vefatı ile 27 yaşında dul kalan ve çocukları ile yeniden çiftliğe dönen Zübeyde Hanım, bu tarihten sonra oğlunun iyi bir tahsil görmesi için çabaladığı dönemler başlayacaktı. Sadece tahsil hayatında değil, arkadaşları ile birlikte kurduğu “Vatan ve Hürriyet” isimli derneğin çalışmaları sırasında da oğlunun yanındaydı. Kimi zaman onları uyarıyordu ve diyordu ki: “Evladım siz acemisiniz. Madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz. Beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz. Çok dikkat etmelisiniz. Gizli şeylerinizi bana veriniz. Yegane erkek evladım sensin.”

Balkan Savaşı sırasında Selanik’in sınırlarımız dışında kalması üzerine Zübeyde Hanım İstanbul’a gelmişti. Ancak işgal kuvvetleri tarafından yapılan baskınlardan çok etkilenmiş ve hastalığı bu dönemlerde nüksetmişti. Atatürk’ün Milli Mücadele için Samsun’a çıkması ile aralarındaki özlem uzun süre devam edecek ve annesi ile bu özlem 14 Haziran 1922 günü Adapazarı’nda son bulacaktı. 

Buluşma sahnesi herkesi duygulandırmıştı ve bu kavuşmaya tanık olanlardan Ahmet Emin Yalman şunları söyleyecekti: “Bu yüksek ruhlu kadın, küçük yaşta babasız kalan evladını yetiştirmek için büyük azimle çalışmış ve her türlü zorluğa göğüs germişti. 

Yıllardan beri görmediği oğluyla üzerinde sade bir basma entari olduğu halde buluşmaya giderken yanındakiler kalbinden rahatsız olduğunu bildiklerinden onu hazırlamak kaygısına düşmüşlerdi. Bu endişeyi sezmesi, bize sakin olduğunu söylemesi onun ne asil ruhlu olduğunu gösteriyordu.”

HASTALIĞI ARTIYOR
Ankara’nın sert ikliminin kendisine iyi gelmediğini ifade eden doktorları kendisine İzmir’i tavsiye etmişlerdi. Salih Bozok refakatinde annesini İzmir’e uğurlayan Atatürk, istasyonda demişti ki: “Salih, annemin hastalığı çok vahimleşti. Korkarım ki yolda kendisine bir hal olmasın. Son isteğini yerine getirmek için engel olmak istemedim. Bu korktuğum şey vaki olursa yapacağın şey şudur. Ankara’ya yakınsanız Ankara’ya dönesiniz. İzmir’e yakınsanız oraya gidersiniz. Annemin cenazesi benim her zaman ziyaret edebileceğim bir yere defnedilmelidir.”

Zaman zaman fotoğraf subayı Esat Bey’i İzmir’e gönderen Atatürk: “Git benim için annemin elini öp, emirlerini sor” diyordu. Zübeyde Hanım ise her seferinde diyecekti ki: “Mustafam’a selam söyle.” Tek özlemi oğluydu. Türk milletinin umudunu bağladığı bir kumandandı, bir kahramandı ama onun için sadece “Mustafa”sıydı. 

Atatürk 15 Ocak 1923 günü Eskişehir’e gelmiş, Hükümet konağında bir konuşma yaptıktan sonra İzmir’e yola çıkmıştı. Gün ağarmak üzereydi ve Emir Çavuşu Ali’yi çağırarak soracaktı: “Bir haber var mı?” Emir subayı şifre geldiğini ancak çözülmediğini belirttiğinde hüzünle şu sözleri söyleyecekti. “Annemin öldüğünü biliyorum. Bir rüya gördüm. Yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bir fırtına çıktı ve annemi götürdü.”

Telgraf Salih Bozok’tan gelmişti ve annesinin vefat ettiğini bildiriyordu. Ardından defin işlemlerini takip eden Hasan Soyak, mezarının Atatürk’ün istediği biçimde hazırlanmasına da değinirdi: “Atatürk annesi için kesin olarak bilmiyorum ama tahminime göre Latife Hanım tarafından yaptırılan sandukalı ve uzun kitabeli mezarı beğenmemiş ve kitabede ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin saygıdeğer anneleri Zübeyde Hanımefendi’nin…’ diye başlayan uzun cümleden hiç hoşlanmamıştı. 

Bana dedi ki ‘İlk fırsatta İzmir’e gidersin. Bu sandukayı ve kitabeyi kaldırırsın. Dağdan iki büyük ve uzun taş getirirsin. Birini olduğu gibi temel üzerine tespit ettirir diğerini de baş tarafa diktirirsin. Ve yerini biraz düzelterek: ‘Atatürk’ün anası Zübeyde Hanım burada gömülüdür’ diye yazdırırsın. Altına da ölüm tarihini koydurursun.

Latife Hanım siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti. Fakat ailesinin ve din adamlarının, İslam’da kadın cenazeye katılamaz diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmişti. Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlüt okutmuş, 52 inci gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.

Aile Kökeni

Mustafa Kemal Atatürk'ün anne soyu da Konya/Karaman'dan gelerek, Selanik ile Manastır'ın arasında bulunan Vodina Sancağı'na bağlı "Sarıgöl" de denilen "Kayalar" nahiyesine yerleştiler. Aile, sonradan Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Lankaza'ya yerleşmiştir. 

Dedesi Feyzullah Efendi'nin taşıdığı "Sofu-zade" (Sofular) lâkabı, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adları ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Atatürk'ün anne soyu Konya/Karaman'dan Rumeli'ye gelen ve bundan dolayı da "Konyarlar" olarak Rumeli'de anılan Yürük Türkmenlerdendir.

Zübeyde Hanım, 1857'de Lankaza'da dünyaya gelmiştir. (Kaynak: Kara harp okulu )

Atatürk'ün beş kardeşi içinde en uzun ömürlüsü Makbule Hanım (1885 - 1956) anne soyları hakkında, " Annemden sık sık şunları dinlemişimdir" diyerek şu bilgileri vermektedir:
"Bizim esas soyumuz Yörüktür. Buralara Konya - Karaman çevrelerinden gelmişiz. Büyükbabam Feyzullah Efendi'nin büyük amcası Konya'ya gitmiş. Mevlevî dergâhına girmiş, orada kalmış. Yörüklüğü tutmuş olacak..."


İlk Eşi

Selanik'te Gümrük Muhafaza Teşkilatında memur Ali Rıza Efendi ile 1871 yılında henüz 14 yaşında iken evlendi. Ali Rıza Bey, sarışın ve mavi gözlü bir kadınla evlenmeyi düşlerken, kendisinden 20 yaş küçük olan, siyah saçlı ve derin mavi gözlü bu kadına sevdalandığını belirtmiştir.
Yeni çift Selanik Yenikapı semtinde yeni hayatını başlatmış ve Zübeyde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı çocukları doğmuştur. Ancak Fatma bu dönemde ölmüştür.
Eşi Ali Rıza'nın Yunanistan sınırında Çayağzı (ya da Papaz Köprüsü)'na tayin ediliği için tanışmış ve orda Ömer ve Ahmet ölmüş.

1881’de dördüncü çocukları Mustafa, 1885’te Makbule, 1889’da Naciye doğdu. Naciye’yi de küçük yaşta veremden kaybettiler. Ali Rıza Efendi de 1893 yılında öldü.

İkinci Evliliği 

Bunun üzerine Zübeyde Hanım, çocuklarını da alarak abisi Hüseyin Bey'in Langaza'daki çiftliğine gitti. Babasının erken ölümünün ve dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak yaşadıklarının Mustafa üzerinde derin etkileri olduğu düşünülür.


Abisine daha fazla yük olmak istemeyen Zübeyde Hanım, ikinci evliliğini Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile yaptı. Ragıp Bey'in de önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Mustafa Kemal'i kızdırdı. Zübeyde Hanım, Balkan Savaşı’ndan sonra Ragıp Bey’den ayrıldı ve artık Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Selanik’i terk ederek kızı Makbule ile birlikte İstanbul’a göç edip Beşiktaş Akaretler’de bir eve yerleşti.
Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy'a, Ragıp Bey hakkında "Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muameleri etmiştir. Nazik ve kibar bir insandır."demiştir.


1919’da Anadolu'ya çıktığından beri görmediği ve üstelik Osmanlı Padişahı tarafından hakkında ölüm emri verildiğini öğrendiği oğlu Mustafa Kemal ile ancak 14 Haziran 1922’de Adapazarı’nda tekrar buluşan Zübeyde Hanım, onun yanına Ankara’ya yerleşti. Ancak bu şehrin sert iklim koşulları sağlığını olumsuz etkileyince tedavi amacıyla İzmir’e gitti. 14 Ocak 1923 günü 66 yaşında hayatını kaybetti. İzmir’in Karşıyaka ilçesinde 1940 yılında yaptırılan anıt mezarda yatmaktadır.

Latife Hanım siyah bir manto giymiş, siyah peçe örtmüş, cenaze alayına katılmak istemişti. Fakat ailesinin ve din adamlarının, İslam’da kadın cenazeye katılamaz diye engel olmaları üzerine bir faytona binerek cenazeyi arkadan takip etmişti. Latife Hanım, kabirde yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıtmış, kırkında mevlüt okutmuş, 52 inci gecesinde de aşure yaparak fakir fukaraya dağıttığı gibi, hatimler indirerek bu mübarek kadına karşı duyduğu sevgi ve şükran borcunu ödemişti.

Ali Rıza Efendi – Babası

Ali Rıza, (d. 1839, Selanik - ö. 1893, Selanik) Mustafa Kemal Atatürk'ün babasıdır.

Muhtemelen 1839 yılında Selanik'de dünyaya gelen Ali Rıza, Osmanlı Devleti'nin Makedonya ve Teselya'yı Türkleştirme politikası çerçevesinde 1460'larda Makedonya'nın Manastır Vilayeti'nin Debre-i Bala Sancağı'na bağlı Kocacık Köyü'ne; oradan 1830'larda Selanik'e göç etmiş olan Kocacık Yörüklerindendir. 

Kocacık Yörükleri, Orta Asya'dan gelerek Anadolu'da Konya-Karaman Bölgelerinde yaşayan "Kızıloğuz" Türkmenleri' ndendir.

Dedesi Ahmet Efendi ve Amcası Hafız Mehmet Emin Efendi'nin taşıdıkları Kızıl lakabı da buradan gelmektedir. İlkokulu Abdi Hafız Mahalle Mektebi'nde okumuştur. Selanik'te Evkaf İdaresinde katiplik, sonra da Gümrük Muhafaza Teşkilatında gümrük memurluğu yapmıştır. Memurluğunu, Osmanlı Rumelisi'nin Yunanistan sınırında, Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papazköprüsü denilen dağlık, ıssız, Yunan eşkiyanın herkesi haraca bağladığı tehlikeli bir sınır geçidinde yapar.
Memurluğu sırasında, 1871 yılında Zübeyde Hanımla evlenir.

Yeni Kapı Mahallesi'nde bir eve yerleşirler ve beş çocuklarından ilki, Fatma 1872 yılında bu evde dünyaya gelir. Fatma'dan sonra kısa aralıklarla iki erkek çocukları olur. Ahmet 1874'te, Ömer 1875'de doğar. Ömer'in doğduğu sene, ablası Fatma vereme yakalanır ve ölür. 1876 yılında, Selanik Asakir-i Milliye taburunda subay olan Ali Rıza Efendi, daha sonra da kereste ticareti yapmaya başlamıştır.

Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi yükselen Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde Hanım, çocukları Ahmet ve Ömer'le birlikte, Selanik'in Islahane semtinin Ahmet Subaşı Mahallesi'ndeki bir eve taşınırlar. (Lozan Antlaşması ile kaybedilen bu ev, 1937 yılında Selanik Belediyesi tarafından Atatürk'e armağan edilir, günümüzde de müze olarak hizmet vermektedir.)

Ali Riza Efendi, 1881 yılında bu üç katlı evde dünyaya gelen oğluna, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini verir: Mustafa. Birkaç yıl sonra da Makbule doğar. 1880'lerin ortalarında, daha önceki işinden dolayı belalısı olan Yunan eşkıya tarafından kaçırılan Ali Rıza Efendi'nin hayatından ümit kesilir. Sonra yüksek bir haraç ödeyerek kurtulur ancak o zamanlar küçük bir çocuk olan Mustafa Kemal'in kişiliğini etkilediği söylenen bir olaydır.

Aradan çok geçmeden, Ömer ve Ahmet de devrin en tehlikeli hastalığı kabul edilen çiçek hastalığına yakalanır ve ikisi birden ölür. Ali Rıza Efendi, 1893 yılında, hayatta kalan tek oğlu Mustafa mülkiye rüştiyesinde okuduğu sırada, rahatsızlanır ve ölür.

Atatürk'ün Ailesi

Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 (Rumî 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Muhtar Sokak No:38'de bulunan ve bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya gelmiştir. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise Sofuzade (Sofizade) Feyzullah Efendi'dir.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün hem baba hem de anne tarafından soyu “evladı fatihan” yani Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan (Konya/Karaman bölgesinden) göçürülüp, iskân edilen Türk boylarındandır.

Baba soyu, günümüzde Makedonya Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Manastır vilayetinin Debrei Bala sancağına bağlı Kocacık köyüne yerleşmiştir. Ali Rıza Efendi’nin babası Kızıl Hafız Ahmet Efendi ile onun kardeşi Kızıl Hafız Mehmet Emin Efendi 1800’lü yılların başında o dönemde yine bir Türk toprağı olan Selanik’e göç etmişlerdir. Ali Rıza Efendi 1841 yılında Selanik’te dünyaya gelmiştir. Selanik’te Abdi Hafız Mektebinde okumuş, Vakıflar İdaresine kâtip olarak girmiş, “gümrük memurluğu” görevlerinde bulunmuş ve son olarak ticaretle meşgul olmuştur.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün anne soyu da, Fatih Sultan Mehmet döneminde Konya-Karaman civarından Rumeli’ye göçürülüp, iskân edilmiş olan Türk boylarındandır. Bu sebeple aileye “Konyarlar” da denilmektedir. Tamamen Türk olan Vodina sancağına bağlı Sarıgöl nahiyesine yerleşen aile; sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza’ya geçmiştir.

1841 doğumlu Ali Rıza Efendi, 1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1870 veya 1871’de evlenmiştir. Altı çocukları olmuştur: Fatma (1871/1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal ATATÜRK) (1881-1938), Makbule (Boysan Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1886-1901?). Kardeşlerinden Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında, o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında vefat etmişlerdir. En küçükleri olan Naciye'nin ise Mustafa Kemal Mekteb-i Harbiyede öğrenci iken vefat ettiği düşünülmektedir. 

ATATÜRK, Selanik Askerî Rüştiyesinden itibaren hayatı boyunca dostlukları ve arkadaşlıkları devam etmiş olan Fuat Bulca’ya bir gün şöyle demişti: “Kardeşlerim arasında en sevdiğim Naciye’ydi. Çocuk yaşının üstünde hisli, duygulu ve öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiyeye giderken kitaplarımı istemişti. Annemden onu okutmasını istemiştim. Ne ablam Fatma’yı ne ağabeylerim Ahmet ve Ömer’i hatırlıyorum. Son ikisi aynı yıl, 1883’te ben iki yaşında iken ölmüşler. Naciye, annem gibi sarışın, mavi gözlü, duru beyaz tenli idi.”

Mustafa Kemal, 1886 yılında altı yaşına girdiğinde ilkokul çağına gelmiştir. Babasının istememesine rağmen, Zübeyde Hanım’ın ısrarları üzerine önce Koca Kasım Mahallesi’ndeki Mahalle Mektebine törenle giren Mustafa, kısa bir süre sonra; Selanik’in şöhretli öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden Şemsi Efendi'nin yeni metotlarla elifba öğretimi yaptığı özel okula yazdırılmış ve esas öğrenimine burada başlamıştır. Mustafa okuyup yazmayı burada öğrenmiş, babasının ölümüne kadar bu okulun sınıflarını düzenli olarak takip etmiştir.

Ticari faaliyetleri iyi gitmeyen Ali Rıza Efendi, bu olaydan çok etkilenmiş ve hastalığa yakalanarak 23 Mayıs 1886 tarihinde Selanik’te vefat etmiştir. Üç çocukla dul kalan Zübeyde Hanım, kardeşi Hüseyin Ağa’nın yönettiği Lankaza’daki Çalı (Rapla) Çiftliği'ne gitmiştir. Bu durum Mustafa’nın öğrenim hayatına bir süre ara vermesine neden olmuştur. 

Öğrenmek ve yetişmek imkânlarından mahrumiyetin verdiği huzursuzlukla âdeta bunaldığı görülen bu kabiliyetli ve yaratıcı çocuğu, annesi nihayet okula devam etmek üzere Selanik’teki teyzesinin yanına yollamak zorunluluğu duymuştur. Altı ay kadar süren çiftlik hayatından sonra Selanik’e gelen Mustafa Mülkiye Rüştiyesine (ortaokulu) başlamıştır.

KAYNAKLAR* ATADAN, Makbule; Ağabeyim Mustafa Kemal, (Yay.Haz.:Şemsi Belli) Ayyıldız Yayınları, İstanbul, 1959.
* AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal'in Hayatı, 1881-1919, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969.
* BAYUR, Yusuf Hikmet; ATATÜRK’ün Hayatı ve Eseri: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, ATATÜRK Araştırma Merkezi, Ankara, 1990.
* DİMİTRİADİS, Vasilis; Bir Evin Hikayesi (Çev.Gülsün AKSOY-AİVALİ), TTK Yay., Ankara, 2016.
* EROĞLU, Hamza; ATATÜRK’ün Hayatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986.
* GÜLER, Ali; Bir Dâhinin Hayatı: ATATÜRK’ün Soyu, Ailesi, Öğrenim Hayatı (1881-1905), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2000.
* ÖZ, Mehmet Ali; Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre ATATÜRK'ün Ailesi, Asi Kitap Yay.,2017.
* ŞAPOLYO, Enver Behnan, Kemal ATATÜRK ve Millî Mücadele Tarihi, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul, 1958.
* TURAN, Şerafettin; Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik Mustafa Kemal ATATÜRK, Bilgi Yayınları, Ankara, 2004.
* UNAT, Faik Reşit; ATATÜRK ve Ailesi, Efradı ve Kendisine Karabet Dereceleri, V.TT Kongresi, Ankara, 12-17 Nisan 1956.

Atatürk'ün İleri Görüşlülüğü

1. ATATÜRK’ÜN İLİM VE TEKNOLOJİYE ÖNEM VERMESİ

Atatürk’ün temel inanışlarından ve onun düşünce sistemi olan Atatürk'çülüğün unsurlarından biride; ilmin ve aklın rehberliği altında sürekli çağdaşlaşmadır. Başka bir terim ile ; her çağın ilim ve teknolojisinin rehberliği ve getirdiği yeniliklerin ışığı altında toplumun “çağdaşlaşma - modernleşmeyi”  sürdürmesidir.


Atatürk bilim ve teknolojinin önemini; “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, doğru yoldan sapmaktır.”  sözleri ile vurgulanmıştır.

Türk milletini geri bırakan sebep; Cumhuriyet devrine kadar gerçek anlamda bilim ve teknolojiyi izleye bir dönemin yaşanmamış olmasıdır. Bu nedenle Türk  Milletinin medeni, çağdaş ve müreffeh millet olarak varlığını yükseltmek dinamik idealini kendisine gösteren Atatürk; bu ideale ulaşmakta, bilim ve teknolojinin önemini belirtmiş “Bu millete gideceği yolu gösterirken ,dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından,ilerlemelerinden  istifade edelim" demiştir.

Atatürkçülük’te; akılcılığın temeli olan bilim ve teknoloji her alanda esas alınmalıdır. Zira Atatürkçülük, ilerlemenin temeli olan çağdaş bilim ve teknik esaslarının, her alanda rehber kabul edilmesini gerektirir. Bilim ve teknolojide ileri olmak , her türlü mücadelede başarılı olmanın başlıca koşuludur. Bu amaçla bütün faaliyetler  bilim ve teknoloji temeline oturtulmalı, bilim ve teknolojinin hudutları daima  genişletilmelidir.

Atatürk büyük Nutkunda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında temel prensip olarak bilim ve tekniğin esas alındığını dile getirmiş ve ayrıca; “Milletimizin siyasi,sosyal hayatında ,milletimizin fikri terbiyesinde  de rehberimiz ilim ve fen olacaktır.” demek  sureti ile bilim ve teknolojinin kullanılacağı diğer alanları da göstermiştir.

Medeni  dünya hızla değişmekte ve gelişmektedir. Bu değişiklik ve gelişmelere  uymak gerekir. Uygarlık yolunda başarının gelişme ile mümkün olduğunu kabul eden Atatürk; “Hayat ve geçime egemen olan kuralların zaman   ile değişme , gelişme ve yenilenmesi zorunludur. Medeniyetin buluşlarının , tekniğin harikalarının dünyayı değişiklikten değişikliğe  uğrattığı  bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle , geçmişe bağlılık ile varlığın korunması  mümkün değildir.”  demiştir.

Atatürk’e göre, cehalet ve taassuptan uzak, ilme ve akılcılığa dayanan uygarlık yolu, toplumlar için zorunlu bir yoldur. Çünkü; “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona ilgisiz kalanları yakar, yok eder.”  “Uygar olmayan insanlar ve toplumlar daima uygar olanların ayakları altında kalmaya mahkum olacaklardır. Oysa Atatürk, Türk Milletinin, karakter, çalışkanlık , zeka , milli birlik özelliklerinin yanısıra  ilerleme ve medeniyet yolunda, yürümekte olduğunu  elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet  ilim” olduğu için , Türk Milletinin  bu uygarlık yarışını kazanacağına inanmaktadır.

2. ATATÜRK’ÜN BİLGİ, BİLİM VE FEN İLE İLGİLİ SÖZLERİ


Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak aymazlık, bilgisizlik, doğru yoldan çıkmışlıktır. Yalnız bilimin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki evrelerinin gelişimini anlamak ve ilerlemelerini izlemek koşuldur. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim ve fen dilinin çizdiği genel kuralları, şu kadar bin yıl önce bugün aynı biçimde uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve fennin içinde bulunmak değildir. (1924 ; S.D.  II )

"Ülkemizin en bayındır, en latif, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı yenen zaferin sırrı nerededir bilir misiniz? Orduların  yönetiminde, bilim ve fen ilkelerini kılavuz edinmektir. Ulusumuzu yetiştirmek için temel olan okullarımızın, yüksek okullarımızın kurulmasında aynı yolu izleyeceğiz".
"Evet; ulusumuzun siyasal, toplumsal yaşamında ulusumuzun düşünce bakımından eğitiminde de kılavuzumuz bilim ve fen olacaktır". (1922;  S.D. II ) 

"Ülkemiz içinde uygar düşüncelerin, çağdaş ilerlemelerin bir an yitirmeksizin yayılması ve gelişmesi gerektir. Bunun için bütün bilim ve fen adamlarının bu konuda çalışmayı bir namus borcu bilmesi gerekir.
Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, edebiyatçılarımız ulusa bu felaket günlerini ve onun gerçek nedenlerini açık ve kesin olarak yazıp söyleyecekler, bu kara günlerin dönmemesi için dünya yüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere, onu tanımak zorunda olduğumuzu anımsatacaktır". (1922 / M.E.D.B. )
"Gözlerimizi kapayıp , yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgilenmeksizin  yaşayamayız. Tersine gelişmiş, uygarlaşmış bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız: bu yaşam ancak bilim ve fenle olur. bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için bağ ve koşul yoktur". (1922; S.D.  I )

3. ATATÜRK’ÜN İLERİ GÖRÜŞLÜLÜĞÜ

Bu özelliğin apaçık bir belgesini, çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği bölgeler üzerinde kurmayı düşündüğü Türk Devleti ‘nde buluyoruz. Bu, aynı zamanda  O’nun, jeopolitik ve stratejik alanlarda da ne büyük bir güç olduğunu göstermektedir.

Atatürk, Birinci dünya Savaşının sonunu daha başından görebilmiştir. Bu nedenle de gelecekte Türk milletinin kaderi ile Türk topraklarının kurtuluşu için alınacak tedbirleri düşünmüştür. Suriye cephesinde Yedinci Ordu Kumandanıdır. Antep‘e gitmekte olan Ali Cenani Bey’e : “... Teşkilat yapın. Milli bir kuvvet meydana getirin. Kendinizi savunun. Ben istediğiniz silahı veririm” der . Aslında bütün bu neticeleri, daha 1917 yılında, Sadrazam Talat Paşa’ya ve Harbiye  Nazırı Enver Paşa’ya  ünlü raporu ile bildirmiştir.

Arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a da: “... Padişah artık kendi tahtını düşünecektir. Bundan sonra millet kendi hakkını kendi savunacaktır. Bizim ve ordunun ona yardım etmemiz, yol göstermemiz gerekir”  diyecektir.

31 Ekim günü Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığını Alman generalinden devralırken, Alman generalinin: “... Yenildik. Bizim  için her şey bitti.” ifadelerine karşı: “Savaş müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, kendi İstiklalimizin Savaşı ancak şimdi başlıyor.” Cevabını verir.

Atatürk’ün derin ve uzak görüşlülüğünün bir güzel örneğini de  İkinci Dünya Savaşını  önceden bilmesinde görürüz. Adeta kehanete varan bir görüştür bu. Şöyle ki Atatürk, 1932 yılı Eylül’ünde ünlü Amerikan generali Mac Arthur ile bir görüşme yapar. Dünyanın, özellikle Avrupa Devletlerinin iyi yolda olmadıklarını, adeta bir savaşı çağırdıklarını sebepleriyle açıklar. İkinci Dünya Savaşının 1940–1945 yılları arasında cereyan edeceğini söyler. 

Avrupa ‘nın kaderinin Almanya’nın elinde bulunduğuna işaret eder. Sonra da : “... Fransızlar  artık güçlü bir orduyu kurmak yeteneğinden yoksundurlar. İngilizler bundan böyle adalarının  savunmaları için  Fransızlara güvenemezler. İtalyanlar savaşın dışında kalabilecek olsalar, savaş sonrası barışta önemli bir rol oynayabilirler. Ama, Musollini’ nin ihtirası yüzünden bunu yapamayacaklardır. 

Böylece Almanlar, İngiltere ve Rusya dışında bütün Avrupa’yı işgal edeceklerdir.
Amerika’nın tarafsızlığını koruması mümkün olmayacaktır. Savaşa katılacaklardır. Bu katılma ile de Almanlar mağlup olacaklardır. Fakat savaşın asıl galibi, ne Amerika ne İngiltere olacaktır. 

Sovyet Rusya savaşın galibi olacaktır. Biz Türkler, bu tehlikeyi diğer bütün milletlerden çok daha iyi görmekteyiz. Çünkü yakın komşumuzdur. Çünkü, onlarla çok savaştık. Çünkü Batı’nın farkına varmadığı bir politika uygulamaktadır. Yalnız, Avrupa için değil, Asya için de büyük tehlikedirler.”

Gerçekten zamanı  bu derece şeffaf gören büyük Atatürk ‘ün, bu derecede uzağı görebilmesi onun olağanüstü bir insan olduğunu gösteriyor. Bu kadar derin ve uzun bir politik görüş sahibi, bugüne kadar cihana gelmiş midir ? Hiç  sanmıyorum.

Karl Jaspers’in açıkladığı gibi, “Durumun farkına varan insan, ona hakim olmaya başlamış sayılır. Ona cepheden bakan, şahsiyetini gerçekleştirmek için savaşa atılır ve iradesini ortaya koyar. Ben çağımın içinde bulunduğu manevi durumu tahlil sureti ile, insan olma irademi gerçekleştiririm.”

Atatürk’ün Alman filozofu Karl Jaspers’in açıklamalarının ışığı altında, Mondros Ateşkes Antlaşması sonucu karşılaştığı durum, varlığı objektif yorum ve aldığı karar, onda büyük bir insan olarak, iradesini gerçekleştirme fırsatını vermiştir.

Atatürk  gerçekçi yönü ile ve uzak görüşü ile Osmanlı Devletinin felakete yuvarlanışını gören, durum tesbiti ile değerlendiren ve sonuç olarak karar alan insandır. Bu nedenle Milli Mücadelenin şefi ve lideri olmak herşeyden önce O’nun kaderi  idi.

4. ATATÜRK’ÜN  AKILCILIĞA ÖNEM  VERMESİ

Akılcılık, insanın aklı ile gerçekleri anlama yeteneğine inanmak anlamına gelir.
Atatürkçülük; kişilerin, kuruluşların, devletin kendi fonksiyonlarını gerçekleştirmede akılcılığı, amaca ulaşmayı sağlayacak  araçlardan  başlıcası  olarak kabul eder.

Atatürkçülüğün en önemli özelliği, akılcı ve bilimci bir davranış ve zihniyeti yansıtmasıdır. Bunun anlamı ise milli, milletlerarası sorunlara duygusal ve dogmatik açıdan, peşin hüküm ve kalıplarla değil, akılcı, bilimci ve pragmatik bir yaklaşımla eğilmektir. Genel olarak bu yaklaşımlarda insanlığın karşılaştığın her türlü sorunlara çare bulmak için, durum ve şartlar her çareye başvurularak incelenip gözden geçirilir, gerçeklere ve ihtiyaçlara uygun tartışma ve muhakeme sonunda bir karara varılarak uygulamaya başlanır. Burada egemen olan unsurlar mantık ve akıldır.

Akılcılık, insanların doğru karara varması ve başarılı uygulamalar yapması için sağlam fikirlere sahip olmalarını ister. “Fikirler anlamsız, mantıksız, boş  sözlerle dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız, zararlı ve birtakım inançlar ve geleneklerle dolu  olursa felce uğrar.” 

Ayrıca toplumu harekete geçiren bir liderin düşünceleri görüşleri bütün bireylerin yaşama ilkesine uygunsa, bütün bireylere mutluluk  sağlayacak nitelikteyse, onları aydınlatabilecek durumdaysa sürükleyici olur. 

Atatürkçülüğün gerçekleştirdiği bütün eserlerin temelinde sağlam düşünce , akıl ve hareket vardır. Atatürk “Akıl ve mantığın çözümleyemeyeceği mesele yoktur.” diyerek bunu vurgulamıştır. 

Atatürkçülük’te “Bu dünyada herşey   insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi düşünemiyorum.” ifadesi ile akılcılığın sorunları çözmede daima başarıyla uygulanabileceği ifade edilmektedir.

Atatürkçülüğe göre akılcılıkta “İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma ve icat yeteneğidir.” Bütün ilim adamları, sorunların tespit ve çözümlenmesine uğraşanlar, bütün fertler, bilimsel yöntemlerle inceleme yapanlar yaratıcı bir biçimde düşünmezlerse, gerçek, müsbet anlamda bilimsel  yöntemi kullanmamış olurlar.

Dikkatli, her konuyu inceleyen, araştıran bilimsel araştırma ve problem çözme yöntemi akılcı  yöntemlerdir.

Atatürkçülük’te akılcılık, terbiye edilmiş insan zekası ile bilim ve teknoloji bir bütün olarak ele alır. Zekanın terbiyesi kültür ile mümkündür. Atatürk “Bizim  akıl, mantık, zeka ile hareket etmek en belirgin özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran olaylar bu gerçeğin delilidirler.” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin   meydana getirilmesinde yapılan her aşamada akılcılığın nasıl kullanıldığını dile getirmiştir.

Atatürk'çülükte akılcılık, insan ilişkilerinde ve faaliyetlerinde kullanılmaktadır. Atatürkçülük; akılcılığa, bilim ve teknolojiye dayanarak, Türk Devleti hayatını, eğitim sistemini, fikir hayatını, ekonomik hayatı ve bunların değerlerini, hedeflerini, toplumsal ve hukuksal yapısını, yönetim esaslarını tespit etmiştir. Bütün faaliyetlerin başlangıç noktası, konulara akılcı  bir  yoldan yaklaşmak  olmuştur. 

Atatürk eğitim müesseselerinde “Kitapların cansız teorileriyle karşı karşıya   gelen genç beyinler öğrendikleriyle memleketin gerçek durum ve çıkarları arasında ilişki kuramıyorlar. Yazarların ve teorisyenlerin tek taraflı dinleyicisi durumunda kalan Türkiye‘nin çocukları hayata atıldıkları zaman bu ilişkisizlik uyumsuzluk yüzünden tenkitçi, karamsar, milli şuur ve düzene uyumsuz kitleler meydana getirirler.” sözü ile fikri gelişmenin tesisinde de akılcılığın, gerçekçilik, yapıcılık ve maddi sonuçlar almak olduğunu açıklamıştır.

Atatürkçülükte akılcılık, güncel problemlerin çözümlenmesi için gayret sarfedilmesini, ileriye dönük, araştırmalar içinde bulunulmasını ve muhtemel  gelişmelere ait doğru yorumların yapılmasını da kapsamaktadır. Bu yönden ileri görüşlü, geleceğe yönelik, inkılapçı olmak Atatürk akılcılığının bir gereğidir. Bir milletin sağlıklı bir şekilde yaşaması ve refah seviyesini daima yükseltmesi o milleti oluşturan kişilerin akıl gücü ve akılcılığı kullanmaları ile doğrudan  ilişkilidir. 

Atatürkçülükte kişilerin bilgili kılınmasıyla milletin sağlamlığı gerçekleşir. “Kişiler düşünür olmadıkça, hangi haklara sahip olduğunu anlamadıkça, kitleler istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya kötü yöne yöneltilebilirler. Kendini kurtarabilmek için her kişinin geleceği ile bizzat ilgilenmesi lazımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese elbette sağlam olur. 

Şüphe yok, her  işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru  olmaktan ziyade, yukarıdan aşağı olması zorunluluğu vardır.” Atatürk’ün bu sözlerinde, ülkemizin bu güne kadar maruz kaldığı iç tehlikelerde bilinçsiz, inançsız kişilerin oynadığı rolü görmek mümkün olduğu kadar, ülkede birlik  ve bütünlüğün sağlanmasında ve iç tehlikelerin önlenmesinde güçlü, sağlam ve  akılcı bir devlet otoritesinin ne kadar gerekli olduğunu görmek mümkündür.

Akılcılık, faaliyetlerin düzenlenmesinde, sorunların tespit ve çözülmesinde kullanılan yöntemleri ve yöntemleri kullanan kişileri kapsamına alır. Bunlardan yalnız birinin akılcı olması sonuç olmaz. Akılcılıkta karara varmada kullanılan bilgiler ve yöntemler gerçeklere uymalı ve bilimsel olmalıdır.

Akılcılık, kişilere sorumluluklar verilmesini, vazifelerini yaptıklarından ve yapamadıklarından sorumlu olmalarını ve sorumluluktan korkmamalarını öngörür. Başarı için, vazifelilerin girişimlerde bulunmaları, bu girişimlerden korkmamaları, tek endişelerini yaptıkları icraatın isabetli olup olmadığı teşkil etmelidir. Akılcılık, kişilerin; çıkarlarından, bencil emellerinden sıyrılmış, aklında, kanında, vicdanında cevher olan, canlı ve alevli ideallere sahip olmalarını öngörür.

Atatürk, geleceğin Türkiye’sini ve onun Cumhuriyetini sağlam temellere oturtmak ve daima ileriye, yeniye ve güzele gidişini sağlamak için akıl ve mantık kuralları çerçevesinde hareket etmiş, bağnazlığa, yobazlığa, boş inançlara, diğer bir deyiş ile akıldışıcılığa karşı çıkarak, bugünkü çağdaş Türkiye’nin  kurulmasını ve  gelişmesini  sağlamıştır.

Sonuç olarak; Atatürk “Ben manevi miras olarak hiçbir âyet, hiçbir doğma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim Türk Milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver ( eksen ) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” demek suretiyle ilme ve akla verdiği önemi bir kere daha vurgulamıştır.

5. ATATÜRK’TE  AKILCI  VE  MATEMATİKSEL DÜŞÜNME

Akılcılığı, Batı’da bir felsefi akım olarak yerleştiren iki büyük düşünürün, R. Descartes (1596–1650) ve I . Kant (1724–1804)’ın aynı zamanda büyük matematikçiler olmaları gibi, Türkiye’de  akılcılık ve bilimsel düşünme çağını açan bir büyük insanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün de matematikçi olması bir rastlantı değildir. Çünkü böyle bir akımın yerleştirilmesi başarısını, ancak onun temel niteliğini yetkin biçimde taşıyan bir insan gerçekleştirebilir. Bundan dolayı, seçkin akılcı bir kişinin , aynı zamanda seçkin bir matematikçi olması , başarısını olağanüstü kılabilir.

Akıl ve bilim kavramları, O’nun düşüncelerinde çoğu kez birlikte kullanılmış ve önemleri birlikte vurgulanmıştır. Bunu kesinlikle bilinçli olarak yapmıştır. Nitekim O, bir konuşmasında, “Benim manevi mirasım  bilim ve akıldır.”  demiştir.
Atatürk’ün düşüncelerinin yapısında, rasyonel düşünme, matematiksel düşünme, bilimsel düşünme çok belirgindir.

Atatürk bir konuyu, bir sorunu işlerken matematikçi mantığı ile değişik olasılıkları ve çözümleri irdeleyip değerlendirmiştir. O, kimi düşüncelerini açıklarken niceliksel terimleri yani matematiksel kavramları özellikle kullanmıştır. Matematiğin, ulusal eğitimimizdeki büyük önemini öncelikle vurgulamıştır. O’nu, özgün, kısa ve özlü  anlatımı, matematikçi mantığına dayanmaktadır. Çünkü matematiksel bir ifade de, hiçbir terim, rasgele biçimde yer alamaz, çıkarılamaz, değiştirilemez. Nitekim O’nun düşüncelerinde hiçbir sözcük, hiçbir cümle rasgele kullanılmamış, belirli bir mantıksal dizilim içinde bütünleşmiştir. O’nun hangi konuya ilişkin olursa olsun tanımları, tıpkı geometri tanımları gibi, sadece gerekli kavramları yeterli biçimde içermektedir.

6. ATATÜRK’ÜN  AKILCILIK İLE İLGİLİ SÖZLERİ

Akıl ve mantığın halletmeyeceği mesele yoktur.
Bizim akıl, mantık, zeka ile hareket etmek belli özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran vak’alar bu hakikatin delilidirler.
Şuur; daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileriye ve yeniliğe uzun adımlarla yürümekte devam edecektir; şuura illet târi olmadıkça geri gitmek veya durmak hatıra bile gelemez.
Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi tasavvur edemiyorum.
Fikirler manasız, mantıksız, boş sözlerle dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Aynı şekilde sosyal hayat akıl ve mantıktan uzak, faydasız, zararlı ve birtakım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrar.
Fikirler zorlama ve şiddetle, top ve tüfekle asla öldürülemez.
Büyük hadiseler, fikirlerde büyük inkılaplar yapar.
Bir heyeti içtimaiyenin mutlaka maşeri bir fikri vardır. Eğer bu her zaman ifade ve izhar edilemiyorsa, onun ademi mevcudiyetine hükmolunmamalıdır. O fiiliyatta behemehal mevcuttur, varlığımızı istiklalimizi kurtaran bütün ef’al ve harekat, milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek tecellisi  eserinden başka bir şey değildir.
Fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında gösterişsiz çalışmak, kendini silmek , karşısındakine samimi bir kanaat ilham etmek lazımdır.

Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri harekete getirmek birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hakim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir... Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş intizama girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise ancak ferdin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü teşebbüse girebilmek serbestisine sahip olmakla mümkündür.

Atatürk'ün Kişiliği

Kişilik, kişiyi diğer kişilerden ayıran ruhsal ve bilinçsel özelliklerin tümüdür.

S. Freud’un Psikanalitik Kuramı’nın yapısal modelinde, ruhsal aygıt, ego psikolojisinin yapı taşıdır. Ruhsal aygıtı oluşturan üç bilinç alanından birisi Süperego (Üst Benlik)’tir. Süperego, ruhsal yaşamın, benlikçe algılanan ana-baba, toplumun törel ölçülerini ve değer yargılarından oluşur; vicdan, ahlak kurallarına uyma, insan sevgisi, millet sevgisi vb. kavramlar kişiliğin bu bölümünde bulunur. (1)          
“Millet sevgisi kadar büyük bir sevgi yoktur. İstiklal Harbi’nde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetlerim olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiç birini kendime maletmedim. Yapılanların hepsi milletin eseridir. Aranacak olursa doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lazım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz... İlmi araştırmalar da bunlar arasındadır. Benim arkadaşlara tavsiyem şudur : Şahsınız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliğiyle çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur. 1930. (2)          
“Millete efendilik yoktur. Hamilik vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” 1 Aralık 1921.(3)          
Bu sözler sağlıklı gelişmiş, nitelikli bir Süperego’ya sahip bir insanın sözleri olabilir ancak. İnsanına, milletine olan sevgisini bu sözleri de açıkça ortaya  koymaktadır.
          
Alman düşünür Max Schler’e göre kişilikli insan bağımsızdır. Kendini bedeninden bile ayrı olarak algılar, çünkü kişilik hayat enerjisine uygun bulunan, salt bedenin dışında oluşan bir karşıtlığın gerçekleştiricisidir. (4)
          
O’nun kişisel olarak da toplumsal olarak da bağımsızlıktan bahsettiğini görüyoruz. Kişi olarak; karar almaktan korkmayan kendine oldukça güvenen bir kişiliğe de sahipti. Bağımsızlıkta kendisi ile Türk Milleti’ni birleştirdiğini kendisini toplumunun bağımsızlığına adadığını şu sözlerden de anlıyoruz:
          
“Efendiler, bütün cihanın bilmesi lazımdır ki; Türkiye Halkı, Türkiye  Büyük  Millet Meclisi ve onun hükümeti, uşak muamelesine tahammül edemez. Her medeni millet gibi varlığının hürriyet ve istiklalinin tanınması talebinde kat’iyen musirdir. Ve bütün davası da bundan ibarettir. Biz cenkcü değiliz; sulhperveriz.”19  Eylül 1921 (5)

“Hürriyet olmayan bir memlekette, ölüm ve izmihlal vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir” 1906 (6)          
Kendi bağımsızlık aşkı için ise şu sözleri bize yeterlidir:

“Benim çocukluğundan beri bir huyum vardır. Oturduğum evde ne ana ne kız kardeş ne de ahbapla birlikte bulunmaktan hoşlanmam. Yalnız ve bağımsız bulunmayı çocukluktan çıktığım zamandan beri hep yeğlemiş ve sürekli olarak hep öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim de daha var. Ne anamın (babam çok eskiden ölmüş) ne kardeş,  nede yakın akrabamın kendi görüş ve anlayışlarına göre bana şu veya bu öğütte bulunmalarına katlanamam. Aile içinde yaşayanlar pekala bilirler ki sağdan soldan içtenlikle yapılan pek arı uyarılardan kendilerini sakınamazlar. Bu durum karşısında iki türlü davranıştan birini seçmek zorunluluğu vardır; ya söz dinlemek ya da bu uyarı ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Söz dinlemek nasıl olur? Aramızda en azından yirmi, yirmibeş yaş bulunan anamızın uyarılarına göre davranmak geçmişe dönüş olmaz mı? Baş kaldırmak, erdemine, iyi niyetine, yüce kadınlığına inandığım anamın kalbini kırmak ve düşüncelerini altüst etmektir. Bunu da doğru bulmam (21 Mart 1936) (7)
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdedir. Ben, ulusumun ve en büyük atalarımın en değerli miraslarından olan  bağımsızlık  aşkı ile yaratılmış bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar aile, özel resmi yaşamımım her evresinde tanık olanlar bu aşkımı bilirler. Bence, bir ulusta şerefin, saygınlık, namus ve insanlığın var olabilmesini ve süre gitmesinin, o ulusun kesinlikle bağımsızlığını elinde bulundurmasıyla gerçekleşme olanağı vardır. Ben kendim bu saydığım niteliklere çok önem veririm; ve bu niteliklerin kendimde bulunduğunu ileri sürmek için, ulusumun da aynı nitelikleri olmasını başlıca koşul sayarım. Ben yaşayabilmek için kesinlikle, bağımsız bir milletin çocuğu kalmalıyım. Bu nedenle ulusal bağımsızlık bence bir yaşam sorunudur. İnsanlığı oluşturun ulusların her biriyle uygarlık gereğinden olan ve ulus ve ülkenin yararlarının gerektirdiği dostluk ve siyaset ilişkilerine titizlikle değer veririm. Ancak benim ulusumu köle etmek isteyen herhangi bir ulusun, bu isteğinden vazgeçinceye kadar acımasız bir düşmanı kesilirim. 1921 (7)
A.Maslow ve C. Rogers’e göre insanın tek bir temel yönsemesi ve çabası vardır; o da kendini gerçekleştirmesi, idamesi ve etkileşimde bulunan bir varlık olarak bu gücünü arttırması demektir.
          
Kendini gerçekleştirmiş insan çalışkandır, üretkendir. O, ömrü boyunca çalışmış; bir ömre çok fazla iş ve başarı sığdırmıştır.

“Herkes kendisine isabet eden işten, memnun olmalıdır. Mesleği ne olursa olsun, bir faide tevlid edecek ve bir vazife görecektir".
İnsan vazifesini cesaret, cür’et, sadakat namuskarlıkla yapınca elinden geleni yapmış olur. Aynı zamanda bu vazifeyi, diğerlerine karşı hasetsiz yapmalıdır.

Yolunda yalnız olmayacaksın, orada aynı hedefi takib eden başkaları ile beraber yürüyeceksin bu hayat müsabakasında, diğerleri kaabiliyetleri itibari ile sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız. Elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize kızmayınız. Asıl önemli olan muvaffakiyet değil gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”(8)

“Hedef-i milli malum olmuştur. Ona isal edecek yolları bulmak müşkil değildir, mühim olan, çetin olan o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz. Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. Emraz-ı ictimaiyemizi tetkik edersek asıl olarak bundan başka, bundan mühim bir maraz keşfedemeyiz, maraz budur. O halde ilk işimiz bu marazı esaslı surette tedavi  etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun netice-i tabiiyesi olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”(16 Ocak 1923)  (9)
Kendini gerçekleştirmiş insan sürekli yeniyi, kendisi ve çevresindekiler için iyiyi arar. Yaratıcı biçimde davranır. O, daha iyiye, refaha bilim ve teknikten başka bir yolla ulaşamayacağımızı biliyordu.

“Dünyada herşey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvafekiyet için en hakiki mürşid ilimdir, fendir ilmin ve fennin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve terakkiyatını zamanla takib eylemek şarttır.” (22 Eylül 1925)
Kendini gerçekleştirmiş insan, çevresi için bir liderdir, önderdir. Atatürk, gelmiş en büyük liderler arasındadır. O, halktan aldığı desteği yine halkın kendisine yarar sağlayacak şekilde kullanmıştır. Kendisinin liderlik hakkındaki düşünceleri ise şunlardır:

“İnsanlar daima yüksek, necib ve mukaddes hedeflere yürümelidir. Bu tarzı harekettir ki, insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün mefhum-i insanisini tatmin eder. Bu tarzda yürüyenler, ne kadar büyük fedakarlık yaparlarsa, yükselirler ve bu tarz-ı hareket mutlaka açık olur.

Çünkü nasiyesi açık, dimağı açık, kalb ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen heyet-i ictimaiyeler ancak bu manada hareketlerin muakkibi olabilirler. Efkar, hissiyat ve teşebbis olanlar mutlaka ar ve hicabı mucib, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi müteşebbislerin akıbeti evvel ve ahır hüsrandır.” (27 Haziran 1926)

Kendini gerçekleştirmiş insan görev ve sorumlulukların bilincindedir. O, görev ve sorumluluklarını üstün bir başarı ile yerine getirmiştir. Görev ve sorumluluk duygusuna dair düşünceleri ise şunlardır.

“Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken, acı olsa da hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur.”
“Yalnız söylediğim bir noktaya avdet ederken arkadaşlara rica edeceğim ki, vatandaşlara efkar-ı umumiyeye daima hakikati söylemek vazifemiz olsun.” (27 Ocak 1931)

“Hakikaten mes’uliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır.”


Sonuç olarak; kendini gerçekleştirmiş bir kişi olarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk:

Gerçeğin bilinebilecek yönleri doğru olarak algılayıp, davranışlarını gerektiği şekilde değiştirmesini bilmiştir.

Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını doğru olarak ayırtedip ona göre davranmasını bilmiştir.

Durumu iyi tespit edip, gerçeği olduğu gibi, nesnel, objektif, kişisel duygulardan uzak kabul edilmiştir.

Kendini, varolan tüm potansiyelleri ile iyi geliştirebilmiş ve değerlendirebilmiştir.

Başkalarının, yapabileceklerini, dünya görüşlerini iyi belirleyip; onlarla çalışırken, onlara görev ve sorumluluklar ayarlamasını iyi bilmiştir.

Yaşamı ertelemeden, anı yaşayarak, dolu dolu yaşayarak, fayda sağlamayı düşünerek, üretmeyi düşünerek yaşamdan zevk almasını bilmiştir.

Olayları ve durumları iyi değerlendirip kendiliğinden harekete geçebilmiştir. Bu yeteneğiyle olağanüstü başarılara imzasını atmıştır.

Hayatını pek çok döneminde karşılaştığı zorlukları, yaratıcı kişiliği sayesinde kendinin ve milletinin lehine çevirmesini bilmiştir.

İnsanına değer vermiş ve milletinin küçüklük algısına karşı çıkmıştır. Batıdan alınacak çok şey olduğunu düşünmüş ancak onlardan yalnızca bilim ve tekniğe ihtiyaç duyulduğuna inanmıştır.

Yeni durumlara çabuk uyum sağlıyabilmiştir. Bu yeteneğiyle de karşılaştığı sorunlardan başarıyla üstesinden gelebilmiştir.

KAYNAKLAR
1- KAPLAN, H. I.; SADOCK, J. B. ;GREBB, J.A.:Founder of Classıc Psychoanalysıs and School Derived from Psychoanalysıs and Psyhology. Synopsıs of Psychıtry, Behavıoral Sclences Clinical Psychiatry, Seven Edition, Ed:REDFORT, D.C.S.247-259,1994.
2- A. AFETİNAN : Atatürk’ten Yazdıklarım, Milli Eğitim Basımevi, S.201,1971.
3- Arı İNAN : Düşünceleri ile Atatürk, Türk Tarih Kurumu Basımevi, S.108,1991.
4- O. HANÇERLİOĞLU: Ruh Bilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, S.230,1993
5- A. İNAN : Düşünceleri ile Atatürk, Türk Tarih Kurumu Basımevi,S.186,1991.
6- age S.192.
7- E.Z. KARAL: Atatürk’ten Düşünceler, Çağdaş Yayınları, S.227,1991.
8- A.İNAN :age.S.163
9.  a.g.e. , s. 119.

Atatürk'ün Özlük Bilgileri

Boyu: 174 cm
Kilosu: 74-76 kg
Ayakkabı Numarası: 42

ATATÜRK’ün boy, kilo ve ayakkabı numarasına ait bilgiler, uzun yıllar ATATÜRK’ün yanında bulunan ve 1927’de Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü, 1932’den ATATÜRK’ün ölümüne kadar Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olarak görev yapan Hasan Rıza SOYAK’ın “ATATÜRK’ten Hatıralar; C.I, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, İstanbul, 1973, s.3.” adlı eserinden yararlanılarak ve Anıtkabir Komutanlığında yer alan şahsi eşyaları üzerinde yapılan tespitlere dayanılarak hazırlanmıştır.

Meslek Safahatı:
Meslek safahatına ait bilgiler, ATATÜRK’ün şahsi dosyasındaki 21 Kasım 1925 tarihli Müdafaa-i Milliye Vekâleti Muamelat-ı Zatiye Dairesine (Millî Savunma Bakanlığı Personel Daire Başkanlığı) ait belgeden alınmıştır.
Reis-i Cumhur Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri bin (oğlu) Ali Rıza-Selanik

Duhûlü: 1 Mart 1315 (13 Mart 1899)
Nasbı: 19 Eylül 1337 (19 Eylül 1921)
Sicil No. 1317 - P. 8 (1901 - P. 8)

Müşârünileyh (Adı geçen) Hazretleri:

  • 29 Kânûn-ı evvel 320 (11 Ocak 1905) tarihinde, Erkân-ı Harbiye (kurmay) yüzbaşılığı ile mektepten neş'et ederek (mezun olarak) sunûf-ı selâsede (üç sınıfta) bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5’inci Ordu'ya me'mûr buyrulmuştur.
  • 12 Kânûn-ı evvel 322 (25 Aralık 1906) tarihinde, Beşinci Rütbeden Mecidî Nişanı'yla taltif edilmiştir.
  • 7 Haziran 323 (20 Haziran 1907) tarihinde, kolağalığa (kıdemli yüzbaşı) terfi etmiştir. Sene-i mezkûre (söz konusu sene) Eylül’ü gayesinde (sonunda) arıza-i vücûdiyelerinden nâşî (hastalığından dolayı) atik 3’üncü Orduya nakledilmişlerdir.
  • 9 Haziran 324 (22 Haziran 1908) tarihinde, Şark Demir Yolu Müfettişliğine ve sene-i mezkûre Kânûn-ı evvel gayesinde (Aralık sonunda) 3’üncü Ordu Redif 17’nci Selanik Fırkası Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuşlardır.
  • 22 Teşrîn-i evvel 325 (4 Kasım 1909) tarihinde, 3’üncü Ordu Erkân-ı Harbiyesine (Kurmay Başkanlığı) tayin buyrulmuştur.
  • 24 Ağustos 326 (6 Eylül 1910) tarihinde, 3’üncü Ordu Zabitan Talimgâhı Kumandanlığına ve sene-i mezkûre teşrîn-i evvelinde tekrar mezkûr 3’üncü Ordu Erkân-ı Harbiyesine ve bilahare Kânûn-ı sânî zarfında 5’inci Kolordu Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuştur.
  • 14 Eylül 327 (27 Eylül 1911) tarihinde, muvakkaten (geçici olarak) Trablusgarp Fırkası Erkân-ı Harbiyesine me'mûr edilmişse de Trablusgarp'a gitmeksizin İstanbul'a celbi 5’inci Kolorduya tebliğ edilerek Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesine tayin buyrulmuştur.
  • 14 Teşrîn-i sânî 327 (27 Kasım 1911) tarihinde, binbaşılığa terfî edilmiştir.
  • 19 Kânûn-ı sânî 327 (1 Şubat 1912) tarihinde, Bingazi'de bulunan müşârünileyh Derne karşısındaki Şark Gönüllü Kumandanlığını der-uhde etmiştir (üstlenmiştir).
  • 26 Şubat 327 (10 Mart 1912) tarihinde, Derne Kumandanlığına tayin edilmiştir.
  • 11 Teşrîn-i evvel 328 (24 Ekim 1912) tarihinde, rahatsızlığına mebnî (dolayı) Dersaadet'e (İstanbul) hareket etmiştir.
  • 8 Teşrîn-i sânî 328 (21 Kasım 1912) tarihinde, Karargâh-ı Umûmî emrine verilerek mezkûr ay zarfında Bahr-i Sefid (Çanakkale) Boğazı Kuva-yı Mürettebesi Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuştur.
  • 14 Teşrîn-i evvel 329 (27 Ekim 1913) tarihinde, Sofya Ataşemiliterliğine tayin buyrulmuştur.
  • 24 Teşrîn-i evvel 329 (6 Kasım 1913) tarihinde, Bingazi Muhârebâtı'nda ibrâz-ı şecâat (kahramanlık) ve liyâkat etmesine mebnî kıdemine iki sene zam, Dördüncü Rütbeden Osmanî Nişanı i'tâ' kılınmıştır (verilmiştir).
  • 29 Kânûn-ı evvel 329 (11 Ocak 1914) tarihinde, Sofya-Belgrat-Çetine Sefaretleri Ataşemiliterliğine tayin buyrulmuştur.
  • 16 Şubat 329 (1 Mart 1914) tarihinde, Balkan Harbi'ndeki hidemât-ı hasenesinden (iyi hizmetlerinden) dolayı kaymakamlığa (yarbaylığa) terfi etmiştir.
  • 26 Şubat 329 (11 Mart 1914) tarihinde, Fransız Hükûmeti tarafından Şövalye Rütbesinden Legion d'honneur nişanı i'tâ' kılınmıştır.
  • 22 Temmuz 330 (4 Ağustos 1914) tarihinde, Sırbistan Ataşemiliterliğine tayin kılınmış ise de Sofya Ataşemiliterliğine ibka' edilmiştir (bırakılmıştır).
  • 16 Teşrîn-i sânî 330 (29 Kasım 1914) tarihinde, iki sene kıdem zammı verilmiştir.
  • 7 Kânûn-ı sânî 330 (20 Ocak 1915) tarihinde, 3’üncü Kolorduda yeni teşekkül eden 19’uncu Fırka Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
  • 19 Mayıs 331 (1 Haziran 1915) tarihinde, miralaylığa (albay) terfi etmiştir.
  • 2 Temmuz 331 (15 Temmuz 1915) tarihinde Harp Madalyası.
  • 15 Temmuz 331 (28 Temmuz 1915) tarihinde 15’inci Kolordu Kumandanlığına ve sene-i mezkûrede (aynı yıl) 16’ncı Kolordu Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
  • 19 Ağustos 331 (1 Eylül 1915) tarihinde Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası.
  • 28 Kânûn-ı evvel 331 (10 Ocak 1916) tarihinde, Alman Hükûmeti tarafından Demir Salîb Nişanı verilmiştir.
  • 4 Kânûn-ı sânî 331 (17 Ocak 1916) tarihinde Anafartalar Grubu Kumandanı iken Muharebe Altın Liyakat Madalyası.
  • 14 Kânûn-ı sânî 331 (27 Ocak 1916) tarihinde tebdil-i hava hitâmına mebnî (hava değişiminden sonra) 16’ncı Kolorduya iltihak buyrulmuştur.
  • 19 Kânûn-ı sânî 331 (1 Şubat 1916) tarihinde, Üçüncü Rütbeden Osmanî Nişanı,
  • 28 Şubat 331 (12 Mart 1916) Anafartalar'daki hidemât-ı hasenesinden dolayı iki sene seferî kıdem zammı i'tâ' kılınmıştır.
  • 19 Mart 332 (1 Nisan 1916) tarihinde, hidemât-ı fevkalâdesine mebnî (olağanüstü hizmetlerinden dolayı) bir sene kıdem zammı ile mîrlivâlığa (tümgeneral) terfi etmiştir.
  • 29 Teşrîn-i sânî 332 (12 Aralık 1916) tarihinde, müceddeden İkinci Rütbeden Mecidî Nişanı i'tâ' kılınmıştır.
  • 11 Kânûn-ı evvel 332 (24 Aralık 1916) Bitlis havalisindeki hidemâtına mükâfaten bir sene seferî kıdem zammı i'tâ' edilmiştir. Sene-i mezkûre zarfında Almanya Hükûmeti tarafından Birinci ve İkinci Demir Salîb ve Avusturya-Macaristan Hükûmeti tarafından Üçüncü Rütbeden Muharebe Liyakat Madalyası ile İkinci Rütbeden Harp Alâmeti Liyâkat-ı Askerî Madalyası i'tâ' kılınmıştır.
  • 5 Mart 333 (5 Mart 1917) tarihinde, 2’nci Ordu Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
  • 19 Mart 333 (19 Mart 1917) tarihinde, muharebât-ı vâkıadaki hidemât-ı hasenesinden dolayı tebdîlen İkinci Rütbeden Osmanî Nişanı i'tâ' kılınmıştır.
  • 5 Temmuz 333 (5 Temmuz 1917) tarihinde, 7’nci Ordu Kumandanlığına tayin buyrulmuştur.
  • 23 Eylül 333 (23 Eylül 1917) tarihinde, Muharebe Altın İmtiyaz Madalyası ile taltif buyrulmuştur.
  • 9 Teşrîn-i evvel 333 (9 Ekim 1917) tarihinde, becayişen 2’nci Ordu Kumandanlığına tayin kılınmıştır.
  • 11 Teşrîn-i evvel 333 (11 Ekim 1917) tarihinde, bir ay müddetle İstanbul'a me'zûnen (izinli olarak) gitmişler ve rahatsızlıklarına mebnî tedavi edilmek üzere üç ay me'zûniyet verilmiştir.
  • 7 Teşrîn-i sânî 333 (7 Kasım 1917) tarihinde, Karargâh - ı Umûmî emrine alınarak sene-i mezkûre kânûn-ı evvelinde mülga Veliaht-ı Saltanat refakatinde Almanya Karargâh-ı Umûmîsine azimet etmiştir.
  • 16 Kânûn-ı evvel 333 (16 Aralık 1917) tarihinde, tebdilen Birinci Rütbeden Kılıçlı Mecidî Nişanı i'tâ' kılınmıştır.
  • 19 Şubat 334 (19 Şubat 1918) tarihinde, Alman İmparatoru tarafından Birinci Rütbeden Kılıçlı Kron dö Prus Nişanı verilmiştir.
  • 13 Mayıs 334 (13 Mayıs 1918) tarihinde, berây-i tedâvî (tedavi için) Viyana'ya azimet buyurmuştur.
  • 7 Ağustos 334 (7 Ağustos 1918) tarihinde, 7’nci Ordu Kumandanlığına ve sene-i mezkûre Eylül’ünde fahri yaveran silkine (fahri yaver unvanı) ithal buyrulmuştur.
  • 31 Teşrîn-i evvel 334 (31 Ekim 1918) tarihinde, Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığını der - uhde buyurmuşlardır.
  • Teşrîn-i sânî 334 (Kasım 1918) tarihinde, Yıldırım Ordular Grubunun lağvı üzerine Harbiye Nezareti emrine alınmıştır.
  • 30 Nisan 335 (30 Nisan 1919) tarihinde, 9’uncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğine tayin edilmiş ve sene-i mezkûre Temmuz'unun beşinde İstanbul Hükûmet-i sakıtasınca me'mûriyetine hitâm verilmiştir.
  • 9 Ağustos 335 (9 Ağustos 1919) tarihinde, Ordu Müfettişliğinden ma'zûl (azledilmiş) ve askerlikten müsta'fî olan (istifa eden) müşârünileyh silk-i askeriden (askerlik mesleğinden) ihracı (çıkarılması) ve haiz olduğu nişanların ref'i ve fahri yaveran unvanının nez'i (kaldırılması) hakkında irade çıkmıştır.
  • 23 Nisan 336 (23 Nisan 1920) tarihinde, Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine intihâb buyrulmuşlardır.
  • 19 Eylül 337 (19 Eylül 1921) tarihinde, Büyük Millet Meclisince ittifakla kendilerine Gazilik Unvanı i'tâ' ve rütbe-i samiye-i müşiri (mareşallik rütbesi) tevcih buyrulmuştur.
  • 5 Teşrîn-i sânî 337 (5 Kasım 1921) tarihinden itibaren, müşârünileyhin Başkumandanlık müddeti üç ay daha temdîd edilmiştir (uzatılmıştır).
  • 5 Şubat 338 (5 Şubat 1922) tarihinden itibaren, Başkumandanlık müddeti üç ay daha temdîd edilmiştir.
  • 27 Mart 339 (27 Mart 1923) tarihinde, Afganistan Emiri (Kralı) tarafından Aliyülâlâ Nişanı irsal kılınmıştır.
  • 21 Teşrîn-i sânî 339 (21 Kasım 1923) tarihinde, kırmızı-yeşil kurdeleli İstiklal Madalyası ta'lîk olunmuştur.
  • 29 Teşrîn-i evvel 339 (29 Ekim 1923) tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Riyâsetine intihâb buyrulmuştur.